Dakriosistit Benzeri Olgularda
Klinik Tanı ve Tedavi Yaklaşımları*

Zeynep PEHLİVANLI*, Onur KONUK**, Mehmet ÜNAL***

ÖZET

Amaç: Dakriosistit benzeri kliniğe sahip olan olgularda ayırıcı tanının, muayene bulgularının ve tedavi yaklaşımlarının vurgulanmasıdır.
Gereç ve Yöntem: Epifora, mukoid sekresyon ile birlikte lakrimal bölgede kitle lezyonu, rekürren ödem ve eritem bulguları bulunan 4 olgu (2 erkek, 2 kadın) tanı ve tedavi yaklaşımları açısından retrospektif olarak incelendi. Olguların tümü akut dakriosistit tanısı ile sistemik antibiyotik tedavisi almış ancak tedavi kesilmesini takiben izlenen nüks nedeniyle dakriosistorinostomi için kliniğimize gönderilmişti. Olgular, lakrimal tanısal testler ve radyolojik incelemeler ile tekrar değerlendirildi.
Bulgular: İlk iki olguda yapılan bilgisayarlı tomografi ile medial kantal bölgede kitle tespit edilmesi üzerine cerrahi eksizyon uygulandı. Kitlelerin histopatolojik tanısı epidermoid kist ve etmoid sinus mukoseli olarak değerlendirildi. Üçüncü olguda klinik ve radyolojik değerlendirme sonucunda konulan etmoid sinüzit tanısı ile fonksiyonel endoskopik sinus cerrahisi uygulandı. Son olguda ise uygulanan manyetik rezonans görüntülemede orbita apeksinde iç rektus komşuluğunda granülasyon dokusu ile çevrili yumuşak doku kitlesi saptandı. Cerrahi eksplorasyonda bu kitlenin orbita yabancı cismi olduğu tespit edildi. Uygulanan cerrahi tedavi sonrasında tüm olgularda klinik semptom ve bulgularda düzelme izlendi.
Sonuç: Epifora, lakrimal bölgede eritem ve şişlik sık karşılaşılan klinik bulgulardır. Bu bulguların varlığında akut dakriosistit en muhtemel tanıdır, ancak detaylı anamnez ve lakrimal drenaj sistemi muayenesi ile yapılan ayırıcı tanı, uygun tedavi şekline yön verecektir.
Anahtar Kelimeler: Dakriosistit, Epidermoid kist, Etmoid sinüs mukoseli, Etmoid sinüzit, Orbita yabancı cismi

Clinical Diagnosıs and Therapeutic Approaches in
Cases Masquerading Dacryocystitis

SUMMARY

Purpose: To emphasize the differential diagnosis, clinical findings and therapeutic approaches of cases masquerading dacryocystitis.
Material and Methods: Four cases (2 male, 2 female) who showed epiphora, mucoid discharge, mass lesion on the lacrimal region with recurrent swelling and erythema were evaluated for diagnostic and therapeutical approaches, retrospectively. All the cases were referred for dacryocystorhinostomy for the management of presumed acute dacryocystitis that did not respond to systemic antibiotic treatment. The cases were re-evaluated with lacrimal diagnostic tests and radiological evaluations.
Results: The computerized tomography of the first two cases revealed soft tissue mass at the medial canthal region and surgical excision was performed. The histopathological examination of those lesions showed epidermoid cyst and ethmoidal mucocele, respectively. Functional endoscopic sinus surgery was performed for the persistant ethmoidal sinusitis of the 3rd case. The magnetic resonance imaging of the last case showed soft tissue mass surrounded by a granulation tissue at the orbital apex, near the medial rectus muscle and orbital exploration revealed an orbital foreign body. In all cases, improvement was achieved in both clinical signs and symptoms after treatment.
Conclusion: Epiphora, erythema and swelling of the lacrimal region are common findings in our clinical practice that usually reminds acute dacryocystitis for the diagnosis. However, detailed anamnesis and evaluation of the lacrimal drainage system will guide the differential diagnosis of dacryocystitis for proper treatment modalities.
Key Words: Dacryocystitis, Epidermoid cyst, Ethmoid sinus mucocel, Ethmoid sinusitis, Orbital foreign body

Ayın Konusu Köşesi

Kızamık ve Kızamık Aşısı

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları Ünitesi'nden

Uzm.Dr. İnci YILDIRIM

ile yapılan röportaj

Akut Koroner Sendromlu Bireylerde                                      
C-Reaktif Protein (CRP) ve Homosistein Düzeylerinin
Çok Damar Hastalığı ile İlişkisi

Uzm.Dr. Cenk CONKBAYIR, Uzm.Dr. Aydan ONGUN,
Dr. Osman BETON, Doç.Dr. Deniz KUMBASAR, Doç.Dr. Eralp TUTAR,
Doç.Dr. Yusuf ATMACA, Prof.Dr. Derviş ORAL, Prof.Dr. Çetin EROL

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kardiyoloji Anabilim Dalı, Ankara

ÖZET

Amaç: Artmış homosistein ve CRP düzeyinin koroner ateroskleroz için sadece bağımsız bir risk faktörü olmadığı, ay­nı zamanda koroner ateroskleroz miktarı ve yaygınlığı ile de ilşkisinin olduğunu destekleyen veriler mevcuttur. Bu ça­lışmanın amacı akut koroner sendromlu hastalarda CRP ve homosisteinin, çok damar hastalığı ile ilişkisi olup ol­ma­dığının saptanmasıdır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya akut koroner sendromlu 83 hasta alınmıştır. Hasta grubunda anjiografik olarak tespit e­dilen damar tutulum sayısı, yaygınlığı, stenoz şiddeti ve damar skoru ile homosistein ve CRP düzeyleri kar­şı­laş­tı­rıl­mış­tır.Damar skoru; (0-3 puan; damar tutulum sayısına göre), stenoz skoru; (0-3 puan: 0 puan: darlık yok, 1; %50’nin altında darlık, 2; %50-%75 arasında lezyon, 3; %75’ten fazla darlık), yayılım skoru; (0-3 puan: toplam lez­yon uzunluğunun segment tutulumuna göre yayılım). Bu 3 skorun toplamından, toplam skor bulunmuştur. 83 has­ta­nın 11’inde normal ya da minimal koroner arter hastalığı (Grup A: skor 0-3), 45’inde orta şiddette koroner arter has­ta­lığı (Grup B: skor 4-6), 27’sinde ciddi koroner arter hastalığı ( Grup C: skor 7-9) saptandı. İstatistiksel analiz için Krus­kal-Wallis yöntemi kullanıldı.
Bulgular: Orta şiddette (Grup B) ve ağır şiddette (Grup C) koroner arter hastalığı olan bireylerde CRP seviyesi ha­fif şiddettekilere (Grup A) göre daha fazla bulunmuştur, ancak bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır (Grup A: 5.33±3.71 mg/L, grup B: 8.41±11.40 mg/L, Grup C: 6.76±10.80 mg/L p>0.05). Orta şiddette (Grup B) ko­ro­ner arter hastalığı olan bireylerde homosistein seviyeleri hafif şiddette koroner arter hastalığı olanlara göre daha faz­la bulunmuştur (Group A: 14.89±4.12 mikromol /L, Group B: 16.97±6.21 mikromol/L, Group C: 14.82±4.16 mik­romol/L, p>0.05). Diğer taraftan, diabetik olmayan hastalarda orta şiddette (Grup B) ve ağır şiddette (Grup C) ko­roner arter hastalığı olanlarda CRP seviyesi koroner arter hastalığı hafif olan bireylere göre daha yüksek bulundu an­cak bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı (Group A: 5.61±3.95 mg/L, Group B: 7.05±8.45 mg/L, Group C: 6.72±8.72 mg/L, p>0.05). Orta şiddette (Grup B) koroner arter hastalığı olan hastalarda homosistein seviyesi mi­ni­mal şiddetteki koroner arter hastalarına göre daha yüksek bulundu ancak Kruskal-Wallis yöntemiyle istatistiksel fark­lılık saptanmadı. (Group A: 17.38±4.99 mikromol /L, Group B: 18.40±6.95 mikromol/L, Group C: 15.32±4.77 mik­romol/L, p>0.05). Tüm bunlara ek olarak diabetik hastalarda ciddi koroner arter hastalığı ile homosistein ve/veya CRP seviyeleri arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı.
Sonuç: Sonuçta yapmış olduğumuz çalışmada, akut koroner sendromlu bireylerde diabetik olsun veya olmasın, CRP ve homosistein seviyesi ile çok damar hastalığı arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmamıştır.
Anahtar Kelimeler: CRP, Homosistein, Akut Koroner Sendrom, Çok Damar Hastalığı

The Relation of CRP and Homocysteine Levels and
Multivessel Disease in Acute Coronary Syndrome

SUMMARY

Aim: High homocysteine level and/or C-Reactive Protein (CRP) levels are not only related to atherosclerosis but al­so to the severity of coronary artery disease. In this study we aimed to determine the relation of multivessel co­ro­nary disease and homocysteine and CRP levels in acute coronary syndrome.
Material and Method: We studied 83 patients who were referred for coronary angiography with acute coronary syn­dro­me. The relation between serum homocysteine and CRP levels and the severity and extension of coronary le­sions was studied. The coronary angiograms were evaluated according to three scores. Vessel score (0-3 points for 0-3 vessels with coronary artery disease), stenosis score (0-3 points; number and severity of coronary stenoses or lesions; 0 for no, 1 for coronary lesion with diameter stenosis less than %50, 2 for %50-%75 and 3 for more than %75 diameter stenosis), and extension score (0-3 points; segment-extension of all coronary lesions within the total co­ronary vessel length). Finally the total score values obtained from the vessel score, stenosis score, and extent sco­re. From the 83 patients, 11 were found to have no or minimal coronary artery disease (group A; score 0-3), 45 had moderate (group B; score 4-6) and 27 had severe (group C; score 7-9) coronary artery disease assessed by co­ronary angiography. For the statistical analysis Kruskal-Wallis test had been used.
Results: In moderate(Group B) and severe groups of coronary artery disease, CRP levels were found higher than mild group but the difference was found to be insignificant with Kruskal-Wallis method (table 1) (Group A: 5.33±3.71 mg/L, Group B: 8.41±11.40 mg/L, Group C: 6.76±10.80 mg/L, p>0.05). In moderate(Group B) group of co­ronary artery disease, homocysteine levels were found higher than mild group but there was no statistically sig­ni­fi­cant differences with Kruskal-Wallis method. (Group A: 14.89±4.12 mikromol/L, Group B: 16.97±6.21 mikromol/L, Gro­up C: 14.82±4.16 mikromol/L, p>0.05). On the other hand, in nondiabetic patients (table 2); In moderate(Group B) and severe groups of coronary artery disease, CRP levels were found more than mild group but there was no sta­tistically significant differences with Kruskal-Wallis method. (Group A: 5.61±3.95 mg/L, Group B: 7.05±8.45 mg/L, Group C: 6.72±8.72 mg/L, p>0.05). In moderate(Group B) group of coronary artery disease, homocysteine le­vels were found higher than mild group but there was no statistically significant differences with Kruskal-Wallis met­hod. (Group A: 17.38±4.99 mikromol /L, Group B: 18.40±6.95 mikromol/L, Group C: 15.32±4.77 mikromol/L, p>0.05). In addition to these findings, there was no statistically significant relationship between severe CAD and ho­mocysteine and/or CRP levels in diabetic patients.
Conclusion: Finally, using the scoring system in diabetic or nondiabetic patients, the relationship between the severity of multivessel coronary disease and homocysteine and/or CRP levels were statistically insignificant.
Key Words: CRP, Homocysteine, Acute Coronary Syndrome, Multivessel Coronary Disease

Diyabetik Hastalarda İnsülin Tedavisinin Sağ ve Sol
Ventrikül Diyastolik Fonksiyonları Üzerine Etkisi

Uzm.Dr. Mustafa GÜR,* Uzm.Dr. İbrahim ÖZDOĞRU,**
Uzm.Dr. Tuğrul İNANÇ,** Dr. Nihat KALAY,** Yrd.Doç.Dr. Remzi YILMAZ,*
Yrd.Doç.Dr. Recep DEMİRBAĞ,* Uzm.Dr. Mustafa ÇALIŞKAN,*** Dr. İbrahim GÜL**

*Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kardiyoloji Anabilim Dalı, Şanlıurfa
**Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kardiyoloji Anabilim Dalı, Kayseri
***Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kardiyoloji Anabilim Dalı, Konya

ÖZET

Amaç: Bu çalışmanın amacı, tip-II diyabetlilerde altı ay insülin tedavisinden sonra sol ve sağ ventrikülün diyastolik fonksiyonlarında değişiklik olup olmadığını araştırmak.
Gereç ve Yöntem: Ardışık 35 yeni tanı konulmuş tip-II diyabetik hasta tedavi öncesi ve sonrasında e­ko­kar­di­yog­ra­fiyle çalışıldı ve bu hastaların açlık kan şekeri (AKŞ) ve HbA1c değerleri tedavi öncesi ve sonrasında ölçüldü. Do­ku Doppler görüntüleme kullanılarak zirve erken diyastolik akım (Em ), zirve geç diyastolik akım (Am), zirve sistolik a­kım (Sm) annuler velositeler hem sol hem de sağ ventrikülden ölçüldü.
Bulgular: AKŞ ve HbA1c tedavi sonrasında önemli derecede farklı olmasına rağmen (tedavi öncesi (TÖ)=­286.11­±­150.42, te­davi sonrası (TS)=164.97±39.75, p<0,001), ortalama kan basıncı, kalp hızı ve e­ko­kar­di­yog­ra­fik pa­ra­met­relerde (Sm; TÖ=9.81±2.09, TS=10.05±2.13, p=0.422, Em; TÖ=7.81±2.19, TS=8.08±2.01, p=0.328, Am; TÖ=8.27±2.66, TS=8.77±2.59, p=0.062, Em/Am; TÖ=0.98±0.21, TS=0.95±0.18, p=0.156) tedavi sonrasında de­ği­şik­lik gözlenmedi.
Sonuç: Tip-II diyabetik hastalarda kan şekeri kontrolünün sağ ve sol ventrikül diyastolik fonksiyonları etkilemediği gös­terildi.
Anahtar Kelimeler: Diyabetes mellitus, Ekokardiyografi, Diyastolik fonksiyonlar, Doku Doppler

Effect of Blood Glucose Control on Right and Left Ventricular Diastolic Functions in Diabetic
Patients

SUMMARY

Aim: The aim of this study was to investigate whether there are changes in left and right ventricular diastolic func­tions in type-II diabetes after six mounth insulin therapy.
Materials and Methods: Thirty five consecutive patients with newly diagnosed type-II diabetes were studied by ec­hocardiography, and their fasting glucose and HbA1c were studied before and after 6 months insulin therapy. By using Doppler tissue imaging, peak early diastolic (Em), peak late diastolic (Am) and peak sistolic annular (Sm) ve­lo­cities were measured from both left and right ventricles. The Em/Am ratio was determined.
Results: Although fasting glucose and HbA1c were significantly different (before therapy (BT)=286.11±150.42, af­ter therapy (AT)=164.97±39.75, p<0.001), blood pressure, heart rate and echocardiographic parameters did not chan­ge after therapy (Sm; BT=9.81±2.09, AT=10.05±2.13, p=0.422, Em; BT=7.81±2.19, AT=8.08±2.01, p=0.328, Am; BT=8.27±2.66, AT=8.77±2.59, p=0.062, Em/Am; BT=0.98±0.21, AT=0.95±0.18, p=0.156).
Conclusion: It was demonstrated that insulin therapy in the patients of type-II diabetes did not affect left and right ventricle dias­to­lic parameters
Key Words: Diabetes mellitus, Echocardiography, Diastolic functions, Tissue Doppler

Hipertansif Populasyonda Telmisartan’ın Kan Basıncı,
Lipid ve Glukoz Metabolizması Üzerine Etkileri

Dr. Yavuz Selim KAZANCI, Doç.Dr. Ilgın KARACA,
Yrd.Doç.Dr. Mustafa YAVUZKIR, Dr. Mehmet BALİN,
Uzm.Dr. M. Necati DAĞLI, Prof.Dr. Erdoğan İLKAY, Prof.Dr. İ. Nadi ARSLAN

Fırat Üniversitesi Fırat Tıp Merkezi Kardiyoloji Anabilim Dalı, Elazığ

ÖZET

Amaç: Esansiyel hipertansiyon görülme sıklığı neden olduğu hedef organ hasarları ile önemli bir sağlık problemlidir. Hipertansiyon tedavisinde amaç, kan basıncı (KB)’ın etkin kontrolünün yanında, hedef organların korunmasıdır. Hipertansiyon seyri esnasında gelişen mortalite ve morbiditeden sorumlu tutulan hedef organ hasarlarının oluşumunda glukoz-lipid metabolizma bozuklukları anahtar rol oynamaktadır. Çalışmadaki amacımız telmisartan’ın glukoz-lipid metabolizması üzerine etkilerini ve hedef organ hasarından birinci derece sorumlu tutulan sol ventrikül hipertrofisi (SVH) üzerine etkisini göstermek idi.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya esansiyel hipertansiyonlu 51 hasta (34’ü kadın; yaş ortalaması 50.4±9.5) alındı. Bulgular: Telmisartan tedavisi ile sistolik, diyastolik ve ortalama KB’da  anlamlı azalma tespit edildi (161.8±7.8 mmHg’dan 138.8±7.9 mmHg’a; 102.8±6.3 mmHg’dan 86.5±5.6 mmHg’a; 122.5±5 mmHg’dan 103.9±5.3 mmHg’a) (p<0.05). Total kolesterol seviyesinde (208.8±34.4 mg/dl’den 195.4±34.3 mg/dl’e) azalma saptandı (p<0.05). İnsülin rezistansında (2.4±1.2’den 2.6±1.4’e) istatiksel anlamlılığı bulunmayan artış saptandı (p>0.05). Ekokardiyografik olarak sol ventrikül kütle indexlerinde azalma (p<0.05) ve sol ventrikül diastolik fonksiyonlarında anlamlı düzelme saptandı (p<0.05).
Sonuç: Sonuç olarak hipertansif hastalarda telmisartan KB, lipid profili, sol ventrikül kütlesi ve sol ventrikül diastolik fonksiyonları üzerine olumlu etkili bulunurken, glukoz metabolizması üzerine etkisiz bulduk.
Anahtar Kelimeler: Telmisartan, Sol ventrikül sistolik diastolik fonksiyonları, Glukoz-lipid metabolizması

The Effect of Telmisartan in Hypertensive Population on Blood Pressure,
Lipid and Glucose Metabolism

SUMMARY

Aim: The essential hypertension which frequently causes target organ damage, is a highly important health problem. The purpose of the medical treatment of hypertension (HT) is to protect the target organs as well as effective controlling of blood pressure (BP). Glucose-lipid metabolism disorders plays an essential role in the mortality and morbidity caused by target organ damages in the course of HT. That is why the effects of antihypertensive drugs on the metabolism are important. The Telmisartan has been tried to show the effects on the glucose-lipid metabolism and left ventricular hypertrophy (LVH) which is mainly responsible for the damage of the target organs.
Material and Method: For this work 51 patients (out of 34 women with the average age of 50.4±9.5) with essential hypertension have been taken.
Results: It was observed that systolic, diastolic and mean BP was decreased (from 161.8±7.8 to 138.8±7.9 mmHg; from 102.8±6.3 to 86.5±5.6 mmHg; and from 122.5±5 to 103.9±5.3 mmHg respectively) (p<0.05). Total cholesterol was reduced from 208.8±34.4 mg/dl to 195.4±34.3 mg/dl (p<0.05). The insulin resistance (IR) was increased from 2.4±1.2 to 2.6±1.4 (p>0.05). Echocardiographically, the LVMI was significantly reduced and left ventricular diastolic functions were improved (p<0.05).
Conclusion It was concluded that telmisartan has positive effect on BP, lipid profile, LVMI and left ventricular diastolic functions of the hypertensive patients, on the other hand it has no effect on the glucose metabolism.
Key Words: Telmisartan, Left ventricular systolic diastolic functions, Glucose lipid metabolism

Takılabilir Kardiyoverter Defibrilatör İmplantasyonu
Yapılan Hastalarda Spontan Ventriküler Taşiaritmilerin
Gün İçi Dağılımları

Uzm.Dr. Abdurrahman EKSİK, Uzm.Dr. Ahmet AKYOL, Doç.Dr. İzzet ERDİNLER,
Uzm.Dr. Tuğrul NORGAZ, Uzm.Dr. Hüseyin AKSU, Doç.Dr. Enis OĞUZ,
Uzm.Dr. Nazmiye ÇAKMAK, Uzm.Dr. Ahmet Taha ALPER, Dr. Ekrem ÜÇER,
Uzm.Dr. Hakan HASDEMİR, Doç.Dr. Kadir GÜRKAN, Uzm.Dr. Tanju ULUFER

Siyami Ersek Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Kardiyoloji Bölümü, İstanbul

ÖZET

Amaç: Ventriküler taşiaritmilerin sirkadiyen dağılımı daha önceki çalışmalarda ortaya konulmuştur. Fakat vent­ri­kü­ler taşikardi (VT) ve ventriküler fibrilasyon (VF) epizodlarının gün içi dağılımına ait detaylı bilgiler yoktur. Bu ça­lış­ma­nın amacı takılabilir kardiyoverter defibrilatör (TKD) taşıyan hastalarda ventriküler taşiaritmi epizodlarının gün içi da­ğılımının değerlendirilmesidir.
Gereç ve Yöntem: Takılabilir kardiyoverter defibrilatör implante edilmiş 70 hastada cihaz tarafından kaydedilmiş VT ve VF epizotlarının gün içi sirkadiyen dağılımı retrospektif olarak incelendi. Ventriküler taşiaritmilerin dağılımı 4 za­man dilimine bölünerek sınıflandırıldı. Buna göre 1. dilim (06:00-11:59), 2. dilim (12:00-17:59), 3. dilim (18:00-23:59), 4. dilim (00:00-05:59) olarak belirlendi. Hastaların klinik ve demografik bilgileri ise elektrofizyoloji la­bo­ra­tu­va­rı kayıtlarından elde edildi.
Bulgular: Hastaların ortalama takip süresi 3.08±1.31 yıl idi.Toplam 791 ventriküler taşiaritmi epizodunun 631 ta­ne­si VT, 160 tanesinin VF olduğu saptandı. Ventriküler taşiaritmilerin sirkadiyen dağılımına bakıldığında özellikle sa­bah saatlerinde 06:00-11:59 arasında yoğunlaştığı (8.82±2.13), (p<0.0001) görüldü. Ventriküler taşikardi e­pi­zod­la­rının 06:00-11:59 ve 12:00-17:56 bölgelerinde sıklaştığı (7.44±2.03, 2.70±0.65), (p<0.0001) VF epizodlarının ise 06:00-11:59 ve 00:00-05:59 bölgelerinde (1.38±0.39, 1.30±0.51), (p<0.011) sıklaştığı tespit edildi. Beş ve üzeri e­pi­zo­du olan hastalar incelendiğinde ve betabloker kullanan ve kullanmayan guruplar karşılaştırıldığında dağılımda sir­kadiyen farklılık gözlenmedi.
Sonuç: Malign venriküler taşiaritmiler gün içinde sirkadien bir dağılım gösterirler. Olayların sabah saatlerinde mak­si­mum olmasıyla karakterize olan dağılım şekli dominant şekildir. Ventriküler aritmilere VT ve VF olarak ba­kıl­dı­ğın­da VT’lerin sabah ve öğlen saatlerinde sık olduğu, VF ataklarının ise sabah ve gece saatlerinde sıklaştığı göz­len­mek­tedir. Betabloker ve/veya amiodaron alan hastalarda gün içinde farklı aritmi dağılımı gösterilememiştir.
Anahtar Kelimeler: Ventriküler taşiaritmi, Sirkadiyen dağılım, Takılabilir kardiyoverter defibrillatör

Circadian Pattern of Spontaneous Ventricular Tachyarrhythmias in
Patients with Implantable Cardioverter Defibrillators

SUMMARY

Aim: Previous studies have reported a circadian variation of ventricular tachyarrhythmias. However there is no de­ta­iled information on the daily distribution of ventricular tachycardia (VT) and ventricular fibrillation (VF) episodes. The purpose of this study was to evaluate the daily distribution of episodes of ventricular tachyarrhythmias  in pa­ti­ents with implantable cardioverter defibrillator.
Material and Methods: We used the data stored by last-generation implantable cardioverter-defibrillators (ICD) to retrospectively evaluate circadian distribution of VT and VF in 70 patients with ICD. Distribution of tach­yarrhy­thmi­as were categorised into 4 time zones namely: zone 1 (06:00-11:59), zone 2 (12:00-17:59), zone 3 (18:00-23:59) and zone 4 (00:00-05:59). We also collected data for clinical variables and demographics from the database of electrophysiology laboratory.
Results: During a follow-up of mean 3.08±1.31 years, a total of 791 ventricular arrhythmias were recorded from which 631 events were VT and 160 episodes were VF. A circadian variation of episodes of ventricular tach­yarrhyt­hmi­as was evident. The incidence of ventricular arrhythmias sharply increased at zone 06:00-11:59 am, 8.82±2.13, (p<0.0001). Episodes of VT had a peak at 06:00-11:59 and 12:00-17:56 zones (7.44±2.03, 2.70±0.65), (p<0.001), and episodes of VF had a peak at 06:00-11:59 and 00:00-05:59 (1.38±0.39, 1.30±0.51), (p<0.011). The distribution did not change when the data of patients with more than 5 episodes considered. Also no difference was observed bet­ween patients who use betablocker or not.
Conclusion: Malign venricular tachyarrytmias have a circadian distribution VT peak occurs in the morning and noon hours and VF peak occursin the night and morning hours. Betablocker and/or amiodarone usage do not alter this distribution.
Key Words: Ventriküler tachyarrhythmias, Circadian variation, Implantable cardioverter-defibrillator

Kararsız Angina Pektoris Risk Gruplarında
QT Dispersiyonu Ölçümü ve
Bunun Hastane İçi Komplikasyonlarla İlişkisi

Uzm.Dr. Ahmet YILDIZ*, Uzm.Dr. Serdar BİÇEROĞLU*, Uzm.Dr. Yavuz BAYIR**,
Uzm.Dr. Metin ACAR**, Prof.Dr. Seçkin PEHLİVANOĞLU***, Prof.Dr. Rasim ENAR***

*Özel Gazi Hastanesi, İzmir
**SSK Okmeydanı Eğitim Hastanesi 1. Dahiliye Kliniği, İstanbul
***İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Kardiyoloji Anabilim Dalı, İstanbul

ÖZET

Amaç: Venriküler depolarizasyon ve repolarizasyon süresini yansıtan QT aralığı, QRS kompleksinin başlangıcı ile T dal­ga­sı­nın bitiş noktası arasındaki geçen sürenin ölçümüdür. Pratik ve ucuz olması bakımından son yıllarda QT dis­per­si­yon ölçümleri popülerlik kazanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsüne aralık 1999- mayıs 2001 tarihleri a­ra­sında başvuran ve kararsız angina pektoris (KAP) ön tanısı ile yatarak veya ayaktan tedavi gören, AHCPR (Agency for Health Care Policy and Research) risk analizi sınıflamasına göre 49 düşük, 90 orta ve 122 yük­sek risk gru­bunda olmak üzere toplam 261 hastada, düzeltilmiş QT mesafeleri hesaplandı.
Bulgular: QT dispersiyonu ≥50 ms olduğunda, hastane içi komplikasyonlarda belirgin bir artış olduğu ve bunun da has­tane içi komplikasyonları be­lir­lemedeki güvenirliği incelendiğinde pozitif kestirim değeri haricinde troponine ya­kın oranlarda güvenilir olduğu gö­rül­dü.
Sonuç: QT dispersiyonu ölçümünün hastane içi komplikasyonları belirlemede kolay, ucuz ve güvenilir bir yol ol­du­ğu ancak bu konuda daha geniş çaplı ve çok yönlü çalışmalara da gereksinim olduğu sonucuna varıldı.
Anahtar Kelimeler: Kararsız angina pektoris, QT dispersiyonu, Komplikasyon

QT Dispersion in Unstable Angina Pectoris Risk Groups and Hospital Complications

SUMMARY

Aim: QT interval, reflecting ventricular depolarization and repolarization time, is the measurement of between the be­gin­ning of QRS wave and the end of T wave. As it is cheap and practical, the measurement of QT dispersion has be­co­me most popular recently.
Material and Method: In this study we studied on 49 low risk, 90 intermediate risk and 122 high risk totally 261 pati­ents according to AHCPR’s (Agency for Health Care Policy and Research) unstable angina pectoris risk a­na­li­zes classification who accepted emergency departement of Cardiology Institute of Haseki of Istanbul U­ni­ver­sity and their QT interval measurement has calculated.
Results: While QT interval was greater or equal than 50 msec. hos­pi­tal comp­lications were significantly higher and its reliability were as close as troponin except positive predictory va­lue.
Conclusion: We concluded that although not reliable as much as troponin, QT dispersion measurement is inex­pen­sive, sim­ple and a practical method to determine hospital complications but broad and multiway studies is needed.
Key Words: Unstable angina pectoris, QT dispersion, Complication

 

Ventriküler Septal Defektler-3 Yıllık
Olgu Değerlendirmesi

Doç.Dr.Vedide TAVLI*, Uzm.Dr.Türkay SARITAŞ*, Uzm.Dr. Berna ÇEVİK*,
Op.Dr. Faik Fevzi OKUR**, Op.Dr. Ali GÜRBÜZ***, Prof. Dr Mehmet TEKDOĞAN**

*Dr. Behçet Uz Çocuk Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Kardiyolojisi Kliniği, İzmir
**Şifa Kalp Merkezi, İzmir
***Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Göğüs Kalp Damar Cerrahisi Kliniği, İzmir

ÖZET

Amaç: VSD’li çocuklarda gelişebilecek  komplikasyonları irdeleyerek takip ve tedavide ekokardiyografinin ö­ne­mi­nin vurgulanmasıdır.
Gereç ve Yöntem: Ocak 2001-Aralık 2004 tarihleri arasındaki 3 yıllık dönemde çocuk kardiyolojisi polikliniğinde VSD tanısı ile takibi yapılan 690 olgudan birden fazla görülen 284 olgu geriye dönük olarak ele alındı. Henüz kont­rol zamanı gelmemiş ya da kontrollerine gelmemiş 406 olgu çalışmaya alınmadı.
Bulgular: Olguların yaş ortalaması 11.5±8.2 ay, vücut ağırlıkları 1.3 kg-50 kg (ortalama 12.3 kg)  iken %52.5’ini er­kek olgular oluşmaktaydı. En yaygın defekt tipini perimembranöz defektler oluşturmaktaydı. Takipte %4.6 o­ra­nın­da VSD’de kendiliğinden kapanma belirlendi. VSD’si kendiliğinden kapanan grupta aortik kapak prolapsusu, aort ye­tersizliği, sol ventrikül çıkım yolu darlığı, infundibuler darlık, infektif endokardit, sol ventrikül-sağ atriyum şantı ve Ei­senmenger sendromu gelişimi gözlenmez iken, defekti henüz kapanmamış olgularda aortik kapak prolapsusu %4, aort yetersizliği %6, subaortik ridge %4, ventriküler septal anevrizmal yapı gelişimi %9 olguda belirlendi ve ta­kip­de 28 olguda daha ventriküler septal anevrizma gelişimi belirlendi. VSD’si kendiliğinden kapanmış pe­ri­mem­bra­nöz defekti olan olgularda ventriküler septal anevrizma gelişimi oranı ise %89 olarak belirlendi. Sol ventrikül-sağ at­ri­yum şantı %0.7, infindubuler darlık gelişimi %1.1, infektif endokardit gelişimi %0.7 oranlarında tespit edildi. Sinus val­salva rüptürü izlenmedi.
VSD’si henüz kapanmamış grupta da Eisenmenger sendromu gelişmedi. Olguların %14.4’ü çeşitli nedenlerden do­la­yı ameliyata verildi. Ameliyat yapılmış hastalarda ventriküler septal anevrizma gelişimi, aortik kapak prolapsusu, in­fektif endokardit gelişimi, sol ventrikül-sağ atriyum şantı ve Eisenmenger sendromu gelişimi saptanmadı.  A­me­li­yat sonrası rezidüel VSD %5.9, subaortik diskret membran gelişimi %4.9 oranlarında saptanırken opere edilen ol­gu­larda Eisenmenger sendromu saptanmadı.
Sonuç: Gelişebilecek komplikasyonları ve bunların bir kısmının cerrahi müdahale gerektirmeleri nedeni ile VSD’lerin aralıklarla düzenli takipleri gereklidir. 
Anahtar Kelimeler: VSD, Kendiliğinden kapanma, Aort kapak yetersizliği

Ventricular Septal Defects: Evaluation of Cases For A Period of Three Years

SUMMARY

Aim: To assess the complications that occur in the follow-up of patients with VSD using echocardiography.
Material and Methods: Two hundred eighty four patients with the diagnosis of isolated VSD were evaluated ret­ros­pectively from January 2002 to December 2004.
Findings: The mean age of the patients was 11.5±8.2months. Body weight ranged between 1.3-50 kg (mean 12.3 kg). 52.5% of the patients were male. Perimembraneous defects were the most common defect type. Spontaneous clo­sure was observed in 4.6% of all patients in the follow-up. Aortic valve prolapse, aortic insufficiency, left vent­ri­cu­lar outflow tract obstruction, infundibular stenosis, infective endocarditis and  LV-RA shunt were not observed in the fol­low-up of VSD’s which closed spontaneously. However, in VSD’s which did not close spontaneously, aortic valve pro­lapse (4%), aortic insufficiency (6%), subaortic ridge (4%), ventricular septal aneurysms (9%) were observed in the follow-up. Ventricular septal aneursyms developed  in 89% of the spontaneous-closure group. In patients who­se defects closed spontaneously, LV-RA shunt, infundibular stenosis and  infective endocarditis were observed in 0.7%, 1.1%, 0.7%, respectively. Sinus valsalva rupture was not identified in any patient. 14.4% of all patients under­went operation for various reasons. Ventricular septal aneurysms, aortic valve prolapse, infective en­do­car­di­tis, LV-RA shunt and Eisenmenger syndrome were not observed in the follow-up of operated patients. Residual VSD, and subaortic discrete membrane were identified in 5.9% and 4.9% of the patients. Eisenmenger syndrome was not observed in any one of the defects in the follow-up.
Conclusion: Periodic follow-up of VSD patients is crucial because of the complications seen. 
Key Words: VSD, Spontaneous closure, Aortic valve insufficiency

Mitral Kapak Endokarditinin Nadir Bir
Komplikasyonu; Koroner Arter Embolisine Bağlı
Akut Miyokard İnfarktüslü Genç Bir Olgu

Uzm.Dr. Hüseyin UYAREL, Dr. Dilek ŞİMŞEK, Dr. Ebru TEKBAŞ, Dr. Özgür AKGÜL, Doç.Dr. Neşe ÇAM

Siyami Ersek Göğüs Kalp Damar Cerrahisi Merkezi, Kardiyoloji Bölümü, İstanbul

ÖZET

Tanı ve tedavideki gelişmelere rağmen infektif endokardit (İE) halâ %16-25 gibi yüksek hastane içi mortalite ile sey­ret­mektedir. %13-49 oranında da sistemik embolik olaylar görülmektedir. Sistemik emboliler özellikle santral si­nir sistemi, dalak ve böbreği etkilerken koroner dolaşımın tutulumu oldukça seyrek görülür. Bu yazıda, koroner arter em­bolisi sonucu gelişen akut miyokard infaktüsü nedeniyle kaybedilen, mitral kapak endokarditli genç bir olgu su­nul­maktadır.
Anahtar Kelimeler: Mitral kapak endokarditi, Koroner arter embolisi

A Rare Complication of Mitral Valve Endocarditis; A Young Case of Acute Myocardial Infarction as a Cause of Coronary Artery Emboli

SUMMARY

Despite recent improvements in diagnostic and therapeutic strategies, infective endocarditis (IE) is still associated with high in-hospital mortality, ranging from 16% to 25%, and a high incidence of systemic embolic events, ranging from 13% to 49%. Systemic embolic events affect mostly central nervous system, spleen, and kidney whereas coronary circulation localization is seen rarely. In this report, we describe a young case of mitral valve endocarditis which caused acute myocardial infarction and death as a result of coronary artery emboli.
Key Words: Mitral valve endocarditis, Coronary artery emboli

Primer Anjiyoplasti Sırasında Nadir Karşılaşılabilecek
Bir Koroner Anomali: Hipoplastik Sol Koroner Sistemin
Sağ Aortik Sinüsten Ayrılması

Uzm.Dr. Zeynep TARTAN, Uzm.Dr. Hülya KAŞIKÇIOĞLU,
Uzm.Dr. Şennur ÜNAL, Uzm.Dr. Mehmet ERTÜRK, Doç.Dr. Neşe ÇAM

Siyami Ersek Göğüs Kalp Damar Cerrahi Merkezi, Kardiyoloji Kliniği, İstanbul

ÖZET

Sol koroner arterin sağ sinüs valsalva’dan çıkması nadir bir anomalidir ve bu anomali ile birlikte ani ölüm ve mi­yo­kar­dial iskemi görülebilmektedir. Bu makalede akut inferoposterolateral ve sağ ventrikül infarktüs kliniği ile baş­vu­ran, primer anjiyoplasti için kateter laboratuarına alınan, sağ sinüs valsalvadan çıkan hipoplastik sol ana koroner, sol ön inen arter ve sirkumfleks arterli bir olgu sunuldu.
Anahtar Kelimeler: Koroner anomali, Hipoplastik koroner arter, Primer anjioplasti

A Rare Coronary Anomaly During Primary Angioplasty: Hypoplastic Left Coronary Arteries
Taking-Off From Right Coronary Sinus

SUMMARY

Although the left coronary artrey originating from the right sinus of valsalva is a rare anomaly, sudden death or myo­cardial ischemia may be observed in relation with this anomaly. We described a 67-year-old male patient with hypo­plastic coronary view in the anomalous left main, left anterior descending and circumflex artery from the right si­nus of Valsalva who admitted with acut infero-postero-lateral and right ventricular infarct
Key Words: Coronary artery anomaly, Hypoplastic coronary artery, Primary anjioplasty

Radyofrekans Kateter Ablasyonu ile
Tedavi Edilen Superior Vena Cava Çıkışlı
Fokal Atriyal Taşikardi: Olgu Sunumu

Yrd.Doç.Dr. Basri AMASYALI, Doç.Dr. Sedat KÖSE, Dr. U. Çağdaş YÜKSEL,
Doç.Dr. Hürkan KURŞAKLIOĞLU, Prof.Dr. Ersoy IŞIK

GATA Askeri Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim Dalı, Ankara

ÖZET

Ya­pısal kalp hastalığı olmayan bireylerde atriyal taşikardilerin en sık köken aldığı anatomik oluşum crista ter­mi­na­lis­tir. Superior vena cava çıkışlı atriyal taşikardi olgusu oldukça enderdir. Atriyal fibrilasyon ablasyonu konusunda ya­pılan çalışmalar, atriyalize olmuş venöz oluşumların aritmojenik potansiyele sahip olabileceğini göstermiştir. Bu ya­zıda, herhangi bir yapısal kalp hastalığı olmayan genç erişkin erkek bir hastada, başarılı bir şekilde ablasyonu ya­pılan superior vena cava kaynaklı atriyal taşikardi olgusu sunulmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Atriyal taşikardi, Superior vena cava, Radyofrekans kateter ablasyonu

Focal Atrial Tachycardia Originating From Within The Superior Vena Cava and Treated
Successfully with Radiofrequency Catheter Ablation: Case Report

SUMMARY

In patients without any structural heart disease the most common site of origin of atrial tachycardias is the crista ter­minalis. Atrial tachycardias originating from the superior vena cava are rare. The arrhythmogenic potential of at­ria­lized venous structures is well documented by the studies performed on the ablation of atrial fibrilation. In this ca­se report we presented a young healthy male suffering from atrial tachycardia found to be originating from the su­perior vena cava by electrophysiologic study and its successful radiofrequency catheter ablation.
Key Words: Atrial tachycardia, Superior vena cava, Radiofrequency catheter ablation

Pulmoner Hipertansiyon ve Prostasiklin
Analoglarının Tedavideki Yeri

Dr. Baran BUDAK, Op.Dr. Ufuk TÜTÜN, Doç.Dr. S. Fehmi KATIRCIOĞLU

Türkiye Yüksek İhtisas Hastanesi, Kardiyovasküler Cerrahi Kliniği, Ankara

ÖZET

Pro­stasiklin ve analogları (prostanoidler), güçlü vazodilatör özelliklerinin yanında antitrombotik ve antiproliferatif et­ki­lere sahiptirler. Bu özelliklerinden dolayı, yararlı etkilerinin altta yatan asıl mekanizması tam olarak anlaşılamamış ol­sa bile, pulmoner hipertansiyon tedavisinde önemli bir yer edinmişlerdir. Bu derlemede, pulmoner hi­per­tan­si­yo­nun çeşitli sınıflamaları, etyoloji ve patogenezi geniş bir biçimde ele alınmış; hastalığın semptomları, fizik muayene bul­guları ve tanı yöntemleri özetlenmiştir. Prostasiklin tedavisinin etki mekanizması ve uzun dönem sonuçları, pros­ta­siklin analogları ve bu ilaçların diğer güçlü vazodilatörler ile ilişkileri ve tedavide kullanımları ile ilgili son ge­liş­me­ler titizlikle incelenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Pulmoner hipertansiyon, Prostasiklin, Prostanoid

Pulmonary Hypertension and the role of Prostacyclin and its Analogues in Treatment

SUMMARY

Prostacyclin and its analogues (prostanoids) have antithrombotic and antiproliferative properties beside their potent va­sodilatory effect. Because of these properties, even the mechanism underlying the benefical effects remain un­known, prostacyclin and prostanoids have a prominent role in the treatment of pulmonary arterial hypertension. In this review article, the classification, etiology and pathogenesis of pulmonary arterial hypertension is discussed in de­tail and the symptoms, physical examination findings and the methods for diagnosis are reviewed. The mech­anism of prostacyclin action, the long-term effects of the prostacyclin therapy, prostacyclin analogues and the in­terac­tion with other potent vasodilatators and their role in the treatment of pulmonary arteial hypertension are in­ves­tigated fastidiously.
Key Words: Pulmonary arterial hypertension, Prostacyclin, Prostanoids

ST Yükselmeli Akut Koroner Sendromda
Glikoprotein IIb/IIIa Reseptör Antagonistleri

Uzm.Dr. Cenk CONKBAYIR, Doç.Dr. Yusuf ATMACA

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kardiyoloji Anabilim Dalı, Ankara

ÖZET

Glikoprotein (GP) IIb/IIIa reseptör inhibitörlerinin, perkütan koroner girişimlerde ve ST yükselmesiz akut koroner sen­dromda (AKS) kullanılması bugüne dek yapılmış geniş kapsamlı çalışmalarla aydınlatılmıştır. Bunun yanında, ST-yükselmeli AKS’da, GP IIb/IIIa inhibitörlerinin kullanımı daha az aydınlatılmıştır. Bu yazıda, ST-yükselmeli AKS’da, GP IIb/IIIa inhibitörlerinin yeri anlatılmaya çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Glikoprotein IIb/IIIa reseptör inhibitörleri, ST yükselmeli AKS

Glycoprotein IIb/IIIa Receptor Antagonists in the Setting of Acute ST-Segment Elevation
Myocardial Infarction

SUMMARY

Glycoprotein (GP) IIb/IIIa inhibitors have been extensively studied in the setting of percutaneous coronary in­ter­ven­ti­on (PCI) and in the management of non-ST-segment elevation miyocardial infarction (NSTEMI). However, the use of GP IIb/IIIa inhibitors is less well established in the setting of acute ST-segment elevation MI (STEMI). In this ar­tic­le, it is aimed to evaluate the use of GP IIb/IIIa inhibitors in the setting of acute ST-Segment elevation MI.
Key Words: Glycoprotein IIb/IIIa inhibitors, Acute ST-segment Elevation MI

MN Kardiyoloji
Cilt  13  Sayı  1  2006

 

Toplantılar


Yurt İçi

 

22-26

Mart

2006

 

ANTALYA – III. METABOLİK SENDROM SEMPOZYUMU

 

4-8

Nisan

2006

 

ANTALYA – THIRD MEDITERRANEAN MEETING-ON HYPERTENSION AND ATHEROSCLEROSIS

 

26-30

Nisan

2006

 

ANTALYA – II. KLİNİK VASKÜLER BİYOLOJİ DERNEĞİ TOPLANTISI

Yurt Dışı

 

11-14

Mart

2006

 

ATLANTA, USA. ACC.06

 

12-16

Haziran

2006

 

MADRİD, İSPANYA. XVI. EUROPEAN MEETING-ON HYPERTENSION

 

17-20

Haziran

2006

 

HELSİNKİ, FİNLANDİYA. HEART FAILURE 2006

 

2-6

Eylül

2006

 

BARCELONA, İSPANYA. WORLD CONGRESS OF CARDIOLOGY 2006

 

15-19

Ekim

2006

 

FUKUOKA, JAPONYA. ISH 2006

Türkiyede Koroner Kalp Hastalığı: Kırk Yaş Altındaki Hastaların Risk Faktörleri ve Koroner Anjiografi Bulguları ile İlgili Tek Merkez Sonuçları

Uz  m.Dr. Nesligül YILDIRIM, Uzm.Dr. Nurcan ARAT, Prof.Dr. İrfan SABAH

Türkiye Yüksek İhtisas Hastanesi, Kardiyoloji Kliniği, Ankara

ÖZET

Amaç: Koroner arter hastalığı insidansının yaşla birlikte artış gösterdiği bilinmekle birlikte son yıllarda genç yaş grup­larında görülme sıklığının arttığına dair veriler mevcuttur. Bu çalışma, koroner arter hastası genç Türk e­riş­kin­ler­de risk faktörleri ve koroner anatomiyi araştırmak amacıyla yapıldı.

 

Gereç ve Yöntem: İki yıl içerisinde hastanemize başvuran ve kateterizasyon ile saptanmış koroner arter has­ta­lı­ğı olan 40 yaş altı hastalar koroner anatomi ve risk faktörleri yönünden retrospektif olarak incelendi. Yüzde elli ve ü­zerindeki darlıklar önemli kabul edildi.

 

Bulgular: İkiyüz otuzdört hasta (210 erkek) çalışmaya alındı. Hastaların ortalama yaşı 35±3 idi. HDL-kolesterol dü­şüklüğü (%74.4) ve sigara (%70.1) en sık görülen risk faktörleriydi. Hastaların çoğunda (%90.2) önemli koroner ar­ter hastalığı mevcuttu. En sık etkilenen koroner arter, sol ön inen arterdi. Sağ koroner arterin etkilendiği has­ta­lar­da diyabet, sol ön inen arterin tutulduğu hastalarda ise hiperlipidemi prevalansı fazla idi. Sekiz hastanın koroner an­ji­ografileri tamamen normaldi. Bu hastaların hiçbiri hipertansif veya diyabetik değildi.

 

Sonuç: Çalışmamızda 40 yaş altındaki koroner arter hastası genç Türk erişkinlerde koroner lezyonları ve risk fak­tör­leri tanımlanmıştır. HDL-kolesterol düşüklüğü ve sigara en sık görülen risk faktörleridir. Tek damar hastalığı sık gö­rülen bir bulgu olup, özellikle sol ön inen koroner arteri etkilemektedir.

 

Anahtar Kelimeler: Koroner arter hastalığı, Genç erişkinler, Risk faktörü, Koroner anjiografi

 

Coronary Heart Disease in Young Turkey Adults Before Age 40: Single Center Data About Risk Factor and Arteriographic Analysis

SUMMARY

Objective: Although the incidence of coronary heart disease is believed to increase with age, it has be­en re­cog­ni­zed more frequently in young age groups in recent years. In this study we aimed to define the pre­va­len­ce of va­rious risk factors and coronary anatomy in young Turkish adults with coronary heart disease.

 

Material and Methods: Risk factors and coronary arteriographic findings of patients with catheterization do­cu­men­ted coronary heart disease before age 40 were evaluated retrospectively over a 2 year period.

 

Results: The study group consisted of 234 patients (210 male) and the mean age of the patients was 35±3 years. Low levels of high-density lipoprotein (74.4%) and smoking (70.1%) were the most common risk factors. Significant co­ronary heart disease was present in most patients (90.2%). The left anterior descending coronary artery was most commonly involved. Hyperlipidemia was more frequently observed in patients with left anterior descending ar­tery involvement and diabetes mellitus was more frequently noted in those with right coronary artery involvement. Eight patients had entirely normal coronary angiograms. Neither of them was diabetic nor was hypertensive.

 

Conclusion: Our study characterized the risk factors and coronary lesions in young Turkish adults before age 40: low levels of high-density lipoprotein and smoking were the major risk factors, a common angiographic finding was sig­nificant single vessel disease and left anterior descending artery was most commonly involved.

 

Key Words: Coronary heart disease, Young adults, Risk factor, Coronary angiography

 

Polikistik Over Sendromu Olan Hastalarda Karotis
İntima Media Kalınlığı ve Ateroskleroz Riski

Uzm.Dr. Neşe ERSÖZ GÜLÇELİK, Uzm.Dr. Cavit ÇULHA,
Uzm.Dr. Gönül KOÇ, Uzm.Dr. Yavuz Selim DEMİR, Dr. Ceyda TURAN,
Doç.Dr. Rüştü SERTER, Doç.Dr. Yalçın ARAL

SB Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kliniği, Ankara

ÖZET

Amaç: Polikistik over sendromu oligomenore, amenore, hirsutizm, obezite ve infertilite ile karakterize bir hastalıktır ve üreme çağındaki kadınların %5-10’unu etkilemektedir. Son yıllarda PKOS olan kadınlarda artmış kar­di­yo­vas­kü­ler hastalık riski olduğunu gösteren çalışmalar yayınlanmıştır. Bu çalışmada polikistik over sendromlu hastalarda kar­otis intima media kalınlığını ölçerek aterosklerotik hastalık riskini göstermeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 20-35 yaşları arasında 47 polikistik over sendromlu hasta ve 19-35 yaşları a­ra­sın­da 23 kontrol grubu alındı. Hasta ve kontrol grubu yaş ve vücut kitle indeksi açısından eşleştirildi. Hastaların bi­yo­kimyasal ve hormonal parametreleri incelendi. HOMA değerleri hesaplandı. Karotis intima media kalınlığı sağ ve sol karotis tunika intima-media arası mesafe ölçülüp ortalamaları alınarak hesaplandı.
Bulgular: Polikistik over sendromu olan hastaların LH/FSH oranı, LH, total testosteron ve serbest testosteron dü­zey­leri kontrol grubuna göre istatistiksel anlamlı olarak daha yüksekti. HOMA skoru polikistik over sendromu has­ta­la­rında kontrol grubuna göre daha yüksek bulundu. Karotis intima media kalınlığı polikistik over sendromu o­lan­lar­da 0.64±0.01 mm iken kontrol grubunda 0.57±0.02 mm olarak bulundu (p<0.05).
Sonuç: Polikistik over sendromu olan hastalar genç yaşlarda dahi aterosklerotik hastalık açısından risk altındadır.
Anahtar Kelimeler: Polikistik over sendromu, Karotis intima media kalınlığı, Aterosklerotik hastalık

Carotid Intima Media Wall Thickness in Patients with Polycystic Ovary Syndrome

SUMMARY

Objective: Polycystic ovary syndrome (PCOS), is a common endocrinopathy that affects 5-10% of women of rep­ro­ductive age. It is characterized by chronic anovulation, hyperandrogenism, hyperinsulinemia, and obesity. Recent stu­dies showed that these women are at high risk for the development of early onset coronary heart disease.The aim of this study was to evaluate the presence of atherosclerotic disease by measurement of carotid intima-media thick­ness in women with polycystic ovary syndrome.
Material and Methods: Forty seven women with PCOS and 23 age and body mass index matched controls we­re enrolled in this study. A complete hormonal and biochemical assay was performed in each subject. HOMA IR was calculated. Carotid intima-media thickness was measured by using doppler ultrasound of both common carotid ar­teries and calculating the avarege.
Results: Women with polycystic ovary syndrome had higher LH, testosteron, free testosteron levels than the cont­rol group. HOMA score was significantly higher in PCOS patients. The PCOS women had significantly greater ca­ro­tid  intima-media thickness than did control women (0.64±0.01 mm vs 0.57±0.02 mm, P<0.05).
Conclusion: Women with polycystic ovary syndrome need to be evaluated for atherosclerotic disease even in ear­lier ages.
Key Words: Polycystic ovary syndrome, Carotid intima-media thickness, Atherosclerotic disease

Obez ve Morbid Obez Olgularda Morbid Durumların ve
Laboratuvar Değişikliklerinin Karşılaştırılması*

Dr. İsmail Hakkı KALKAN, Uzm.Dr. Eyüp KOÇ, Doç.Dr. Murat SUHER

Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İç Hastalıkları Kliniği, Ankara

ÖZET

Amaç: Artmış VKİ ile birlikte artmış morbidite riski bulunduğu bilinmektedir. Çalışmamızda ekzojen morbid obez ol­gu­larla ekzojen obez olgular arasında, morbid durumlar ve biyokimyasal parametreler açısından fark olup ol­ma­dı­ğı­nı araştırdık.
Gereç ve Yöntem: VKİ≥40 kg/m2 olarak saptanan 55 morbid obez (MO) olgu ve rasgele seçilmiş VKİ değeri 30 ile 39.9 a­ra­sın­da olan 30 obez ve VKİ<30 obez olmayan (OO) 30 olgu çalışmaya dahil edildi. Vücut yağ indeksi (VYİ) ka­dın­lar­da >30, erkeklerde ise >25 artmış kabul edildi. Olguların kan basınçları, tüm batın ultrasonografisi (USG), e­lek­tro­kar­diyografi (EKG) bulguları ve kan biyokimyasal değerleri (karaciğer fonksiyon testleri, böbrek fonk­si­yon testleri, li­pit düzeyleri, ürik asit) bilinen ve yeni saptanan diyabetes mellitus (DM), hiperlipidemi (HL) ve hi­per­tan­siyon (HT) tanıları kaydedildi. Obezite için ilaç kullanan olgular ve ikincil bir nedene bağlı obezitesi olanlar ça­lış­ma dışı bı­ra­kıl­dı.
Bulgular: MO olguların yaş ortalaması 59.7, obez olguların yaş ortalaması 55.5 ve OO olguların yaş ortalaması 54.1 idi ve gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p=0.1). MO olguların 50’si (%90.9) kadındı ve OO olgularla (17 kadın-%56.7) karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p=0.001). HL ve DM gö­rül­me sıklığı obez olgularda daha fazla idi (sırasıyla %80 ve %73.3), istatistiksel olarak OO olgularla (sırasıyla %30 ve %26.7) anlamlı fark saptandı (HL ve DM için sırasıyla; p=0.001, p=0.001). HT görülme sıklığı, MO olgularda da­ha fazla iken (n=46, %83.6), istatistiksel olarak OO olgularla (n=7, %23.3) karşılaştırıldığında anlamlı fark belirlendi (p=0.001), İskemik kalp hastalığı (İKH) ile uyumlu EKG bulguları 12 MO (%21.8), 8 (%26.7) obez ve 1 (%3.3) OO ol­guda vardı. EKG değişikliği açısından, MO olgularla obez olgular arasında fark yoktu (p= 0.6). Ürik asit açısından MO olgularla (ortalama: 6.07 mg/dl) OO olgular (ortalama: 3.88 mg/dl) arasında istatistiksel olarak anlamlı fark var­dı (sırasıyla p=0.001)
Sonuç: Çalışmamız sonucunda morbid durumların sıklığı açısından MO olgularla obez olgular arasında fark bu­lu­na­madı. İstatistiksel olarak anlamlı olmasa da HT morbid obezlerde daha sık olmakla birlikte, EKG’de İKH bul­gu­su, HL ve DM obez olgularda daha fazla oranda saptandı. Daha geniş ölçekli çalışmalarda obezite ile morbid o­be­zite a­rasında fark olup olmadığının değerlendirilmesi uygundur.
Anahtar Kelimeler: Obezite, Morbid, VKİ

Comparing the Prevalance of Comorbidites and
Labarotary Changes of Obesity and Morbid Obesity

SUMMARY

Objective: High body mass index (BMI), correlates with an increased risk of morbidity. In our study, we compared the pre­valance of comorbid diseases and the biochemical parameters of exogen morbidly obese and exogen obese in­di­viduals.
Material and Methods: The study involved 55 morbidly obese patients whose BMI≥40 kg/m2, and randomly selected 30 obese (BMI between 30 kg/m2 and 39.9 kg/m2) and 30 non-obese (BMI<30 kg/m2) individuals. Body fat distribution cut-off values for women and men were %30 and %25 respectively. Blood pressure values, ab­do­mi­no­pelvic ultrasonography reports, electrocardiographıc changes, biochemical parameters (liver function tests, kid­ney func­tion tests, lipit levels, uric asite etc.), current or past chronic diseases [hypertension (HT), hyperlipidemia (HL), diabetes mellitus type 2(DM)] were determined. Patients haning  antiobesity drugs and or with secondery o­be­sity were excluded.
Results: The mean age of morbidly obese, obese and non obese  patients were 59.7, 55.5, and 54.1 respectively. The­re was no difference between groups. (p=0.1). Fifty (90.9 %) of morbidly obese patients were female and it was sig­nificantly different when compared with non-obese patients ( seventeen-56.7%, p=0.001). HL and DM were high in obese group (80% and 73.3 respectively) and it was significant different (p=0.001). HT prevalance was highest in mor­bidly obese group (n=46, 83.6%). It was significantly different (p= 0.001). Electrocardiographic changes that sug­gest ischemic hearth disease were seen at 12 (21.8%) morbidly obese, 8 (26.7%) obese and only 1 (3.3%) non-obese patients. But there was not a difference between obese and morbidly obese patients statistically (p=0.6). Mean uric asit value of  morbidly obese patients (6.07) were higher than obese and non-obese patients (3.88). The difference between non-obese patients was significant (p=0.001).
Conclusion: The prevalance of comorbid diseases were not different between morbidly obese and obese pati­ents. HT was higher in morbidly obese group, while electrocardiographic changes suggesting ischemic hearth dise­ase, HL and DM were more prevalant in obese group. The difference between groups were not significant. Further in­vestigations will be necessary to confirm the differences between morbidly obese and nonobese patients.
Key Words: Obesity, Morbidly, BMI

Ankara İlindeki Üniversite Hastanelerinin
Doğal Afetlere İlişkin Hazırlığı*

Arş.Gör.Uzm. Hemşire Leyla Ceyran ÖZDEMİR*, Hemşire Öğrenci Emine SARIKAMIŞ**

*Hacettepe Üniversitesi, İç Hastalıkları Hemşireliği Anabilim Dalı, Ankara
**Hacettepe Üniversitesi, Hemşirelik Yüksekokulu, Ankara

ÖZET

Amaç: Bu çalışma, Ankara ilindeki üniversite hastanelerinin ve bu hastanelerin acil servislerinde çalışan doktor ve hem­şirelerin doğal afetlere ilişkin hazırlığını saptamak amacıyla yapılmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmanın örneklemini araştırmaya katılmayı kabul eden, 32 doktor ve 39 hemşire o­luş­tur­muş­tur. Verilerin toplanmasında kullanılan birinci anket formu, hastanenin; ikinci anket formu acil serviste çalışan doktor ve hemşirelerin doğal afetlere ilişkin hazırlığını saptamak amacıyla geliştirilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya katılan hastanelerin %66.7’sinin doğal afetlerde kullanılmak üzere tıbbi malzemeye ve ha­ber­leş­me ağına sahip olmadığı saptanmıştır. Çalışmaya katılanların %8.5’inin doğal afet bölgesinde görev yaptığı, %78.9’unun doğal afette yapılması gereken uygulamaları, %83.1’inin triyajı bilmediği, %77.5’inin mesleki eğitimleri sı­rasında, %74.6’sının meslek yaşamları süresince doğal afetlere ilişkin ders/eğitim almadıkları saptanmıştır.
Sonuç: Hastanelerinin hiçbirinin acil yatak kapasitesini bilmediği, yarıdan fazlasının doğal afetlerde kullanılmak ü­ze­re tıbbi malzemeye ve haberleşme ağına sahip olmadığı saptanmıştır. Doğal afette yapılması gereken uy­gu­la­ma­ları ve triyajı bilenlerin çoğunun yaş grubunun 28-35 ve çalışma süresinin 3-5 yıl olduğu, yaş arttıkça mesleki eği­tim müfredatında doğal afetlere yönelik ders alma oranın azaldığı, hemşirelik yüksekokulu müfredatında doğal a­fetlere daha çok yer verildiği, çalışma süresi azaldıkça doğal afetlere yönelik ders alma oranın arttığı saptanmıştır.
Anahtar Kelimeler: Doğal afet, Afet planı, Afet hazırlığı, Triyaj

Availabilities of the University Hospitals About Natural Disasters in Ankara

SUMMARY

Objective: This study was conducted to determine readiness of university hospitals in Ankara province and phycians and nurses working at these hospitals about disasters.
Material and Methods: Sample of the sudy was constituted from 32 phycians and 39 nurses, accepting to join research. Two different questionnaire forms were used to collect datas. First questionnaire form was developed about hospital, second questionnaire form was developed about phycians and nurses’, working at emergency, readiness to natural disasters
Results: It is determined that 66.7% of the hospitals, attending to study, were not have the madical equipment and communication network to use at natural disasters. It is found that 66.7% of those, who joined the study, were worked at disaster area, of 78.9% had not got knowlege about practices to do at disaster, of 83.1% had not  got knowlege about triage, of 77.5% had not got lesson during their professional training, of 74.6% had not got  education during their professional life .
Conclusion: It is found that none of the hospitals had not had information about emergency bed capacity, more than half of the hospitals had not had medical equipment and communication network to use at disasters. It is determined that the age group who had knowlege about practices at disaster and triage was 28-35, duration of study was 3-5 years,  as long as age was increased, the ratio of taking lessons about disasters was decreased, natural disasters had more places at nursing school curriculum, as long as duration of study was decreased, the ratio of taking lessons was increased.
Key Words: Natural disaster, Disaster plan, Readiness to disaster, Triage

Yaşlı Bireyde İlaç Kullanımı ve
Geleneksel Uygulamalar*

Arş.Gör.Uzm. Leyla Ceyran ÖZDEMİR*, Arş.Gör.Uzm. Şenay AKGÜN**

*Hacettepe Üniversitesi, İç Hastalıkları Hemşireliği Anabilim Dalı, Ankara
**Hacettepe Üniversitesi, Halk Sağlığı Hemşireliği Anabilim Dalı, Ankara

ÖZET

Amaç: Bu çalışma, ev ortamında yaşamını sürdüren yaşlı bireylerin sahip oldukları hastalıkları ve bu hastalıklara yö­nelik olarak kullandıkları ilaçları, ilaç kullanımında yaşadıkları sorunları ve geleneksel uygulamaları belirlemek a­ma­cıyla yapılmıştır.
Gereç ve Yöntem: Tanımlayıcı olarak yapılan çalışmanın örneklemini Çankaya/Yıldız Toplum Dayanışma mer­ke­zine başvuran 56 yaşlı birey oluşturmuştur. Çalışmanın yapılabilmesi için gerekli izinler alınmıştır. Araştırmacılar ta­rafından konuya ilişkin literatür incelenerek oluşturulan veri toplama aracı, yaşlı bireyin yaşadığı evde, yüz yüze gö­rüşme yöntemi kullanılarak doldurulmuştur.
Bulgular: Çalışmaya katılan yaşlıların %96.4’ünün ilaç kullandığı, %55.4’ünün ilaçlarını doktor önerisi doğ­rul­tu­sun­da kullanmadığı, %59.3’ünün kullandığı en az bir ilaca ilişkin bilgisinin olmadığı ya da kısmen bilgisinin olduğu be­lirlenmiştir. İlaç kullanan yaşlıların % 78.6’sının ilacı yazdırmaya ilişkin sorun yaşadığı, %68.5’inin ilaçlarını al­ma­yı unuttuğu saptanmıştır. Çalışmaya katılan yaşlıların %89.3’ünün bitkisel kökenli ilaç/karışımları kullandığı, %50’sinin bitkisel ilaçlar/karışımlar dışında uygulamalar yaptığı saptanmıştır.
Sonuç: Çalışmamızda yaşlıların büyük kısmının sağlık sorunlarına yönelik olarak doktor önerisi dışında ilaç ve bit­ki­sel karışımlar kullandığı, yarısından azının terleme, kurşun dökme gibi uygulamalardan yararlandığı belirlenmiştir. Ya­pılan istatistiksel değerlendirmede, yaşın azalması ile doktor önerisi dışında ilaç kullanım oranının arttığı (p<0.05), bir ya da daha fazla hastalığa sahip olanların bitkisel ilaçlar dışındaki uygulamaları daha çok kullandığı sap­tanmıştır (p<0.05).
Anahtar Kelimeler: Polifarmasi, Yaşlıda ilaç kullanım sorunları, Geleneksel uygulamalar, Destekleyici tedavi

Drug Use in the Elderly and Conventional Practices

SUMMARY

Objective: This study was conducted to determine diseases and medicines, which were used for these diseases, prob­lems experienced during medicine use and conventional practices of elderly living at their own home en­vi­ron­ment.
Material and Methods: The sample of this study, conducted descriptively, constituted from 56 elder people, ap­plying to Çankaya Belediyesi Yıldız Toplum Dayanışma Merkezi. The necessary permissions for conducting the stu­dy were taken. Qestionnaire form, composed of relavent litarature, was filled with face to face interview at home.
Results: It was found that 96.4 % of those, who joined the study, were using medicine, of  55.4% were not using me­dicine in the direction with physician, of 59.3% had not have knowlege about at least one drug or have knowlege partly. It was determined that 78.6% of the elderly, using medicine, were facing problems about prescribing, of 68.5% were forgetting to take medicine. It was found that 89.3% of the elderly were using herbal medicine, of 50% we­re making some practices which were out of herbal medicines.
Conclusion: It was determined that most of the elderly were using drug, which was not in the direction with physician advise and using herbal medicine, more than half of them were exploiting perspiring and pouring lead to­ward health problems. At the statistical evaluation, it was found that as decrease at age more elderly were using drugs, which were out of pysician’s advice, and those who had one or more diseases were using more practices which were out of herbal medicine (p<0.05).
Key Words: Polypharmacy, Drug use problems in the elderly, Conventional practices, Complementary treatment

Kistik Kitle Lezyonu ve Pulmoner Nodülle Prezente
Olan Allerjik Bronkopulmoner Aspergillozis Olgusu

Uzm.Dr. Deniz KÖKSAL, Dr. Sevkan GÜLHAN, Doç.Dr. Şeref ÖZKARA

Atatürk Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Göğüs Hastalıkları Bölümü,
Ankara

ÖZET

Yirmi beş yaşında erkek olgu, 1 aydır olan öksürük, balgam, hemoptizi, ateş, gece terlemesi, halsizlik ve kilo kaybı şi­ka­yetiyle başvurdu. Bilgisayarlı toraks tomografisinde, sol hiler bölgede mediyasten tabanlı kistik kitle lezyonu ve sağ or­ta lob medial segmentte nodüler lezyon izlendi. Periferik yaymada eozinofili mevcuttu, IgE düzeyi yüksek ve as­per­gil­lus cilt testi pozitifti. Hastaya allerjik bronkopulmoner aspergillozis (ABPA) tanısı kondu. Oral metil-pred­ni­zo­lon (40 mg/gün) ve itrakonazol (400 mg/gün) başlandı. Birbuçuk ay sonra çekilen kontrol toraks tomografisinde da­ha önce ta­nım­lanan lezyonların mukus tıkaçlarla dolmuş kistik ektazi alanları olduğu görüldü. Sonuç olarak; kistik kitle lezyonu ve pulmoner nodül ayırıcı tanısında ABPA akılda tutulmalıdır. İtrakonazol tedavide güvenle kul­lanı­la­bilir.
Anahtar Kelimeler: Allerjik bronkopulmoner aspergillozis, Kistik kitle lezyonu, Pulmoner nodül, İtrakonazol

Allergic Bronchopulmonary Aspergillosis Case Presenting with
Cystic Mass Lesion and Pulmonary Nodule

SUMMARY

Twentyfive-year-old male patient admitted with 1-month history of cough, sputum, hemoptysis, fever, night sweats, malaise and weight loss. Computed thorax tomography revealed a mediasten based cystic mass lesion on the left hilar region and a nodular lesion in the medial segment of right middle lobe. Peripheral smear revealed eosinophilia, IgE level was high, and aspergillus skin test was positive. The patient was diagnosed as allergic bronchopulmonary aspergillosis (ABPA). Methyl-prednisolone (40 mg/gün) and itraconazole (400 mg/gün) therapy were instituted orally. A control thorax tomography after one and a half month later revealed that the defined lesions were cystic ectasias with mucoid plugs. In conclusion; ABPA must be kept in mind in the differential diagnosis of cystic mass lesion and pulmonary nodule. Itraconazole can be used safely for therapy.  
Key Words: Allergic bronchopulmonary aspergillosis, Cystic mass lesion, Pulmonary nodule, Itraconazole